whatever works

Woody Allen’dan yaşam dersi olarak: “Whatever Works”

Woody Allen’dan yaşam dersi olarak: “Whatever Works”

Kafamı rahatlatmak istediğimde, açar bi Woody Allen filmi izlerim. Yıllardır çoğu filmini 2’şer 3’er kere, Annie Hall, Deconstructing Harry gibi başyapıtlarını çok daha fazla tekrar tekrar izlemişimdir.. Tekrar tekrar aynı filmleri izlemenin getirdiği şey, rahatlık oluyor. Konuyu zaten bildiğim için, olaydan ziyade filmdeki düşüncelere karakterlere işlenen düşüncelere ve repliklere daha fazla odaklanabiliyorum.

Dün de Whatever Works‘ü tekrar izledim. Bu filmi ilk, 2 yıl önce bu zamanlar, o zaman da şimdi de benim için önemli olan birisi izletmişti bu filmi bana.. Mızmız şahsiyetle ikimizde; filmin başrolündeki Boris karakterinin huysuzluğunu çok sevmiştik, ikimizde kendimizden bişeyler bulmuştuk.. Esasında film olarak vasat bir film. Hikayesinde bir numara yok, sinematografi desen kötü değil ama tipik sabit Woody Allen çekimleri, özgünlük yok. Zelig‘dir Annie Hall‘dur bu gibi filmler yanında, woody allen’ın en iyi 10 filmine bile girmez. Ama dialoglar ve de ana fikir süper. Bir film olarak değil de, hayat görüşü olarak ele aldığımızda tam olarak hayatı yönlendiren bir düşünce sistemi çıkıyor.

Whatever Works, türkçeye ” işe ne yararsa yarasın” “iyi sonuç ne verirse versin” “ne olsa işe yarar” gibi tercüme etmek mümkün. Tercüme çok uzun olduğu ve de anlamı biraz zayıflattığı için aşağıdaki alıntılarda ingilizcesini kullanacağım.

“Benim hikayem, Birini incitmediğiniz sürece “Whatever works.”. Bu acımasız, manasız kaosun içinde kendine bir keyif aşırabileceğin her yol… Benim hikayem bu.”

çok iyi değil mi? Biraz “Fun Theory” gibi, biraz “Carpe Diem” (anı yaşa) gibi.. Ama ondan daha depresif, arka plandaki hayata bakış daha karamsar.. Çok daha nihilist.. filmin ortalarında şöyle diyor:

Binlerce yıl önce, eski uygarlıklar, Mısırlılar, Romalılar, Mayalar da aynı bizim gibi evlerine yürüyüp akşama ne yiyeceklerini tartışıyorlar veya sohbet ediyorlardı. “Geçen gün Nil Nehri’nin orada firavunun yeni piramidine bakan yeni bir bahçeli ev satın aldık.” Veya “Çocuğumu iyi bir Aztek okuluna yazdıramadığım için endişeliyim.”… Şimdi bütün bunların ne anlamı var? Sıfır. Ama onlar buna önem veriyorlardı.

Hayat böyle bir şey değil mi? yani öyle şeylere önem vererek yaşıyoruz ki, aslında yıllar sonra bir önemi kalmıyor. hatta çoğunlukla günler sonra bizim için bile kalmıyor. Sınava çalışmak için eve kapanıp çalışırsın sınavda yaparsın, sınavdan bir çıkarsın, herşey aklından uçup gitmiş, artık o bilgilerin bir önemi yok. Bir eve taşınırsın, güzel eşyalar alırsın, mortgage’a girersin, ömür boyu yaşıcam, çocuklarıma da kalır dersin.. sonra bir deprem çıkar, ve bütün şehri yıkar geçer..

Bunların farkında olmak da, pek tabii ki, varoluşsal sancılarla gelen anxiety ve panik ataklara yol açar. filmin başlarında şöyle bir sahne vardır:
(filmde Boris kan ter içinde uyanır, panik atak nöbetindedir. karısı yardıma çalışır)
– Sorun nedir Boris?
– Ölüyorum!
– Ne oldu?
– Ölüyorum!
– Ambulans çağırmalı mıyım?
– Hayır! Hayır bu gece değil! Demek istediğim eninde onunda öleceğim!

Woody allen kendisiyle de dalga geçer ama erçek değişmez, Evet, eninde sonunda öleceğiz, herşey yok olup gidecek ve bunun farkında olup da dayanmak zor.. Aslında bu konuyla ilgili en süper replik Annie Hall’da var:

“The universe is expanding” vs. “Brooklyn Is Not Expanding”

Ayrıca benim çocukluktan beri hep saçma bulduğum gömülme mevzusuna da değiniyor, toprağın altında yatmaktansa ölünce yakılmak bana hep cazip gelmiştir. Pamuk tıkmaya ne hacet var. 🙂 Hem de mezarlıklar çok yer kaplıyor. Bir sürü alan israfı. Önünden geçerken de durduk yere aklına geliyor ölümle ilgili düşünceler..

– Boris, gömülmek mi istersin yakılmak mı?
– Pekala bu konuda gerçekten konuşmak istemiyorum tamam mı?
– Sanırım ben yakılmak istiyorum.
– Çeneni kapatacak mısın?
– Solucanlardan kurtulmuş olurum.

KADINLAR & İLİŞKİLER

Woody Allen, kadın erkek ilişkilerini en iyi anlayan daha da önemlisi bunu anlatabilen insanlardan biri olduğu aşikar. Bu filmde de sağlam aforizmaları var, misal:

– Sana aşk hakkında bir şey öğreteyim mi? Doğal olarak, söyleyeceğim şeylerin istisnaları olacak ama istisnalar kaideyi bozmaz. Aşk, sana anlattıklarının aksine her şeyin üstesinden gelemez. Hatta devam bile etmez. Sonunda, gençliğimizdeki romantik isteklerimiz o kadar azalır ki, “Whatever Works” deriz.
– Umurumda değil! Eğer ayakkabı uyuyorsa, giy gitsin.

Çoğu kişi büyük bir “aşkla” birliktelik yaşamaya başlar, belki evlenir bile.. ama eninde sonunda o aşk, o tutku, o istek zamanla azalır.. tabiki Woody Allen’ın da bahsettiği gibi istisnalar olur ama daha 1 yıl bile birbirine dayanamadan boşanılan kaç evlilik olduğunu bir gözünüzün önüne getirsenize.. Hisler zamanla alakalıdır. Şu an nasıl hissediyorsun, o önemlidir. “sevgi emek” değildir, şehvet yoksa, cinsellik yoksa; sevgi de yoktur. Yani en azından romantik anlamda yoktur. Kendini kandırdığın bir hayat yaşarsın. Birlikte olduğun kişi senin ereksiyon olmanı / ıslanmanı sağlayamıyorsa, orgazm olamıyorsan, o ilişki eksiktir.. Kocası tarafından terkedilen kadın “nasıl bunu yapabildi” diye kocasına yakınırken, Boris’in kadına sorduğu tek bir soru vardır: “Ne sıklıkla cinsel ilişkiye giriyordunuz?”

öte yandan, seksin kendisi de manasız ve boş bir şeydir. Niye yapılır ki?

Saçma bir koreografi, dikiş makinesi gibi, yukarı aşağı, yukarı aşağı, yukarı aşağı. Peki ya sonuç? Daha fazla çocuk yapmak mı? ….. Bu aptal neslin devamı için mi?

Bu arada Boris karakteri, Woody Allen filmlerindeki başrol karakterileri içinde muhtemelen en frigid olanı, hatta erkek karakterler içinde tek frigid olanı sanırsam.

Bazen de, çok düşünüp düşünüp kafayı sıyıran herkesin yaşadığı ikilemleri yaşar:

BORİS – Şu anda her şeyi anlıyorum. Her şeyi! Yanlış sebepler nedeniyle seninle evlendim.

EŞİ – Bu da ne demek oluyor?

BORİS – Sen zeki birisin. Bana konuşacak biri lazımdı. Klasik müziği sevdin, sanatı sevdin, edebiyatı sevdin. Seksi sevdin! Beni sevdin!

EŞİ – Bunlar bana gayet haklı sebepler gibi geldi!

BORİS – Evet! Kesinlikle! Sorun da burada! Sorun burada! Bu anlamlıydı, mantıklıydı!

EŞİ – Yanlış giden neydi bilmiyorum.

BORİS – Şöyle bir baktığımızda, bizim için her şey olması gerektiği gibi görünüyor. Kağıt üzerinde ilişkimiz ideal. Ama hayat kağıt üzerinde değil.

Evet dış görünüşte her şey idealmiş gibi görünebilir. Bu sayılanlar ortalama bir insanın hayalini kurduğu şeylerdir. Ruh ikizi diyebilir birbirlerine.. başkaları “çok yakışıyorsunuz” diyebilir. Ama hayatı daha geniş bir şekilde algılayabilen bir insan için bunlar yetersizdir. İşin kötü tarafı, neyle yetineceğini de bilemez.. “Universe is expanding” sendromuyla, onulmaz bir kısırdöngü içinde kalır..

Ayrıca, Bu filmde “çok eşlilik”e geçişle ilgili muazzam bir tespiti vardır:

(kocası tarafından terk edilen kadın, kocasından sonra ilk defa birisiyle birlikte olur, Boris olayı yorumlar)

Düzenli olarak kiliseye giden, yaptıklarıyla örnek olan komşularıyla iyi geçinen, incilden alıntılar yapan ve hayatlarında hiç yanlış bir şey yapmayan o genç insanları bilirsiniz. Ama sonra bir gün herhangi bir nedenle ellerine bir tüfek alıp, bir kuleye çıkıp kasabadakileri bir bir vururlar. İşte bu onun tanımı, ama cinsel olarak. Leo Brockman ile yattı. hem de daha önce kocasından başka kimseyle yatmamıştı. ama bir anda, cin lambadan çıkıverdi! Brockman’la yatmak hoşuna gitti, Brockman’ın arkadaşlarıyla yatmak da hoşuna gitti. Sonra Brockman’ın tanıdıkları, Brockman’ın tanıdıklarının tanıdıkları.

Evet, gerçekten de çok güzel bir örnekleme.. hatta ingilizcede “Serial Killer” gibi, “Serial Fucker” diye bir deyim de vardır. Özellikle kadınlarda, çoğunlukla, küçüklüğünde yeterli miktarda aile şefkati alamadığı için, büyüklüğünde de sevgilisi tarafından aldatıldığı/terk edildiği bir yanlızlık durumunda deneyimleyeceği bir tetikleyici olay sonrasında “cin lambadan çıkıverir.” Nemfomanyaklıkla birleşirse, ondan sonra da içine giren çıkan belli olmadığı bir hayata başlar. içi havuza döner.

Sokaklarda böyle onlarca kadınla dolu.. Etrafınızda, içindeki öfkesini kontrol edemeyen, kibarca isteyene hayır diyemeyen onlarca yüzlerce kadın..

Woody Allen insanlığa karşı çok karamsardır. beceriksiz/başarısız bir tür olduğunu düşünür. biraz da eğlenceli bir şekilde bu güvensizliği şöyle söyler:

– İnsanoğluna karşı gerçekten sönük bir bakış açın olmalı.

– İnsanoğlu evet. Umumi tuvaletlerde klozetin üzerine otomatik sifon yapılır çünkü insanların bir sifonu çekeceğine dahi güvenilmez.

– Hadi ama, sifonu çekmek!

– Evet, Sadece bir sifonu bile çekemiyorlar!


çocuk sahibi olmakla ilgili de benzer düşünür:

O saldıran, düşmanlık dolu aptallar ehliyet alıyorlar. Tabii ki çocuk sahibi olmak için bir lisansa ihtiyaç yok. Balık tutmak için lisansa ihtiyacın var. Berber olmak için lisansa ihtiyacın var. Sosis satmak için bile lisans gerek. Ama bütün bu dövülen ve aç kalan çocuklarla ilgili haberleri okuyorsun ve merak ediyorsun. Neden bu çocuğu yapmalarına izin verilmiş?

gerçekten de bir sürü gereksiz çocuk dolu ortalık.. Hastalıklı kadınla hastalıklı adamın çocuğu ne kadar sağlıklı olabilir ki? sonra hastaneler, bi dolu arızalı çocukla insanla dolup taşıyor..

Yine Annie Hall’da muhteşem ötesi bir replik vardır woody allen’ın: tüm ilişkilerini özetler bir bakıma:

“Benim gibi birisiyle bile birliktelik yaşamak isteyebilecek bir kadınla, asla birlikte olamam.”

Evet, gerçekten de böyle farklı dünyalarda farklı algı boyutlarında dolaşan, sıradan insanların kaygılarından sıkıntılarından çok daha farklı sorulara kafayı takan, kendi çapında arızaları olan bu tür bir adamla ne tür kadınlar birlikte olmak ister ki? tabiki arızalı kadınlar. 🙂

Ama yine de hayat ne kadar boktan olursa olsun, onu neşelendirmek, dayanılır hale getirmek için bulabildiğimiz tüm sevgiyi almamız gerekir. Bizi hayata bağlayan şey bi bakıma sevgidir. Diğer parça da şans faktörü. Bu ikisi birleştiğinde, hayatı dayanılmaz kılan stress faktörlerinden bir nebze olsun kurtulabiliriz belki..

Yeni yıl kutlamalarından nefret ederim. Herkes eğlenmek zorunda. Aptalca bir şekilde kutlama yapmaya çalışıyorlar. Peki ya neyi kutluyorlar? Mezara bir adım daha yaklaşmalarını mı? Bu yüzden, söylemekten dilimde tüy bitti; bulabileceğin veya alabileceğin her sevgi, tutunabileceğin veya sağlayabileceğin her mutluluk iyiliğin geçici de olsa her bir ufak parçası, “Whatever works.” Ayrıca kendinizi kandırmayın, bunun doğuştan gelen yeteneğinizle veya zekânızla bütünüyle ilgisi yok. İtiraf etmek istemeseniz de varlığınızın büyük bir kısmı şansa dayanıyor. Tanrım, babanızın milyarlarca spermi arasından sadece bir tanesinin sizi yaratan o yumurtayı bulma olasılığı nedir? Kafanızı yormayın yoksa panik atak geçirirsiniz.

Woody Allen’la ilgili yazdıkça yazarım, repliklerini paylaştıkça paylaşırım ama sanırım şimdilik burda ufaktan toplayıp bitirsem iyi olur, fazla uzamasın..

kısacası, boktan bi hayat içindeyiz, pek çok şikayet edilecek şey var. hiçbirşeye hiç kimseye güvenemezsin. Her an hayatına süpriz bir sorun çıkabilir. Ama yine de, bu vasat dünyada, Woody Allen’ın Annie Hall’da şöyle der:

Bence yaşam ikiye ayrılır. “Berbatlar” ve “Sefiller”. Bu iki kategori Berbatlar yaşamın uç noktaları ve oralarda bulunan insanlardır. Yani körler, sakatlar gibi. Nasıl öyle yaşıyorlar anlayamıyorum. Ve sefiller de kalan tüm insanlar. Yaşamı düşününce aslında sefillerden olduğumuz için sevinmeliyiz. Sefil olduğumuz için çok şanslıyız.

Evet gerçekten de sefil olduğumuz için sevinmeliyiz. Sağlıklıyız, iyi kötü barındığımız bir yer yediğimiz yemek sıkıntımız yok.. Temel ihtiyaçlarımızı öyle veya böyle tek başımıza karşılayabiliyoruz. Öte yandan Bill gates kadar zengin bile olsan; bu sefilliğin bitmeyecek.. Bu sebeple bu sefil hayatımızı katlanılır hale getirmesi için, bulabileceğimiz veya alabileceğimiz her sevgi, tutunabileceğin veya sağlayabileceğin her mutluluk, “GEÇİCİ DE OLSA” iyiliğin her bir ufak parçası, “Whatever works.”

Share:

Leave a Reply


Notify me of followup comments via e-mail. You can also subscribe without commenting.